Geçen yaz, hayatımda bir değişiklik yapmak ve yeni bir şehir keşfetmek istedim. Uzun zamandır aklımda olan Birmingham’a gitmeye karar verdim. Sabahın erken saatlerinde trenle yola çıktım. Trenin penceresinden yeşil tarlalar ve ufukta yükselen tepeler geçerken içimde bir heyecan dalgası vardı.
Şehre vardığımda ilk durağım, devasa cam panelleriyle ünlü Birmingham New Street İstasyonu oldu. Modern mimarisiyle beni büyüledi. Valizimi yakındaki bir otelde bırakıp şehri keşfe çıktım.
İlk durağım Victoria Meydanı’ydı. Meydanın tam ortasında, Birmingham Belediye Binası tüm ihtişamıyla yükseliyordu. Neo-klasik mimarisi göz alıcıydı. Yakındaki bir kafeden kahve alıp meydandaki banklardan birine oturdum ve şehri izledim. İnsanların koşturmacası, cıvıl cıvıl bir atmosfer yaratıyordu.
Sonra, Birmingham Müzesi ve Sanat Galerisi’ne gittim. Orada, Pre-Raphaelite ressamların muhteşem eserlerini gördüm. Sanatın derinliklerinde kaybolurken zamanın nasıl geçtiğini fark etmemiştim. Müzeden çıktığımda öğle olmuştu. Karnım zil çalıyordu ve o ünlü Balti üçgenine gitmeye karar verdim. Orada yerel bir restoranda sıcak ve baharatlı bir Balti yemeği sipariş ettim. Baharatlar damağımda adeta dans ediyordu.
Yemekten sonra şehrin daha modern taraflarını görmek için Bullring Alışveriş Merkezi’ne uğradım. Merkez, tasarımıyla adeta geleceği çağrıştırıyordu. İçeri girer girmez hareketli mağazalar, renkli ışıklar ve kalabalığın enerjisi beni içine çekti. Birkaç küçük alışveriş yaptım ve sonra dışarı çıkıp Selfridges binasının dalgalı, metalik yüzeyine hayran kaldım.
Akşamüstü, kanalları görmek için Gas Street Basin’e gittim. Kanal boyunca yürürken tarihi dokularla modern yaşamın bir araya gelişini hissettim. Gün batımında, ışıkların kanalların sularında dans edişini izlemek beni derin düşüncelere daldırdı.
Birmingham’daki ilk günüm böyle geçti. Tarihiyle, modern yüzüyle ve enerjisiyle şehir beni büyüledi. Bu gezi bana, bilmediğim bir şehri keşfetmenin ne kadar heyecan verici olabileceğini bir kez daha hatırlattı.
Kommentare